Kâğıt sessizdir ama dilinden anlayana çok şey fısıldar. Bir evin içinde iki gölge dolaşır bazen: biri anlatıcıdır, diğeri davetsiz misafir gibi hissedilen küçük konuk. Kalem, bu iki gölgenin arasına bazen bir masa koyar, bazen bir çizgi, bazen de kocaman bir güneş. “Kardeş kıskançlığı” dediğimiz o tanıdık sızı, resimde kimi zaman renklerin temposunda, kimi zaman silginin bıraktığı ince izlerde dolaşır. Buradaki satırlar bir çözümleme değil; resmin kapısını aralamak için küçük bir rehber.
Bazen sayfanın ortasında tek bir çocuk vardır, ama yanına sonradan eklenen küçük bir başlık kendini belli eder: daha açık bir sarı, daha ince bir çizgi, sanki “buraya ait miyim?” diye yoklayarak duran bir figür. Çocuğun kolları genişçe açılmışsa bu, yer açma arzusunun da bir işareti sayılabilir; ama aynı sahne, “benim alanım belli” demenin kâğıt üstündeki yolu olarak da okunabilir. Konumlar konuşur: yanaşıp duran iki beden birlikte-olma çağrışımı yapabilir; köşeye itilmiş bir kardeş figürü ise “az-biraz uzakta tutma” hissini düşündürebilir. Yorum, sahnenin geri kalanıyla anlam kazanır.
Bedenlerin boyutu, içteki hikâyenin ritmini tutar. Büyük çizilmiş bir abla/ağabey bazen “ben hâlâ görünmek istiyorum” demenin yolu olur; bazen de koruma isteğiyle şişmiş bir gövdedir o. Minik bir kardeş figürü kimi resimde özenle detaylandırılır: ayaklarında kırmızı ayakkabılar, başında taç… Taç yeri geldiğinde bir üstünlük simgesine dönüşür; başka bir resimde yalnızca “doğum günü ”nün coşkusudur. Çizgi, bağlamla birlikte okunmak ister; tek bir işaret, tek bir hüküm taşımaz.
Renkler, rekabetin sesini ayarlar. Koyu bir kalemle kalınlaştırılmış sınırlar bazen “burası benim” demenin altını çizer; aynı kalınlaştırma, sadece kompozisyonu vurgulama çabası da olabilir. Kırmızı, sahneyi ısıtırken bazen kıvılcımı da çağırır; sarı, gülüşleri parlatır; mavi, iki figür arasına sakin bir köprü kurar ya da arayı hafifçe serinletir. Siyah karalamalar her zaman fırtına değildir; kimi zaman yalnızca vurgudur, “üstünden geçtim, görünsün” demektir. Tempo, resmin genel duygusuyla birlikte dinlenir.
Silgi izleri çoğu kez en dürüst anlatıcıdır. Kardeşin yüzünün birkaç kez silinip yeniden çizildiğini fark etmek, bir “kararsızlık” etiketinden çok, temasın dozunu ayarlama çabasına işaret edebilir: “ne kadar yaklaşırsa iyi gelir?” Aynı sahnenin günler sonra yeniden çizilmesi takılıp kalmış bir zihni değil; zihnin sevdiği oyunu başka bir gün, başka bir tonda tekrar etme isteğini çağrıştırabilir. Tekrar, çoğu zaman bir yardım çağrısından önce, bir deneme yanılmadır.
Sahne ayrıntıları, ilişkinin cümlelerini kurar. Ortada tek bir oyuncak ve iki el… Paylaşmanın, verip-almanın ve sırayla beklemenin neye değdiğini resim de yoklar. Bazen oyuncağın üzeri boyanır: bu, mutlaka rekabet değildir; odaktaki nesnenin altını çizen bir vurgudur. Bazen sayfayı ikiye bölen bir yol belirir; yol, sadece yol da olabilir o gün parkta gördüğü patika veya iki dünya arasındaki esnek perdeyi çağrıştırabilir. Resim, gündeliğin içinden malzeme toplar; hayalin dili gerçeklikle akrabadır.
Kardeş figürünün hiç görünmediği çizimler de vardır. O yokluk, bazen kıymetli bir yalnızlık anını, bazen de “benim sahnem bugün tek kişilik” arzusunu taşır. Bir diğer resimde kardeş bir gölge gibi arkadan belirir; gölge, tehdit olmak zorunda değildir—bazı gölgeler ferahlık verir, güneşin nereden geldiğini hatırlatır. Kâğıtta hiç sesini yükseltmeyen bir figür, evin içinde sessizce dolaşan bir alışma sürecinin izini de bırakabilir. Bütün bunlar olurken, “ben” ile “biz” arasında gidip gelen bir ritim duyarız. Kıskançlık sözcüğü gündelik dilde çabuk ağırlaşır; resimdeki kıpırtı ise çoğu zaman daha nüanslıdır. Bir bakışın yönü, bir kolun aralığı, bir sandalyenin yüksekliği… Hepsi küçük ipuçları taşır. O ipuçları, çocuğun gelişimsel düzeyi, evin hikâyesi, ebeveynlerin eşlik biçimi ve okulun dokusuyla bir araya geldiğinde anlam genişler. Bazen tek gereken şey, resmin yanında biraz daha uzun süre durup “bana anlatmak istediğin ne var burada?” diyebilmektir.
Ve belki en kıymetlisi: sahnede herkesin yer bulduğu bir resim, kusursuz bir uyum tablosu olmak zorunda değildir. Bazen hafif bir dağınıklık, gerçek bir evin sıcaklığıdır; bazen de birbirini kollayan iki figür, bir gün kavga edip ertesi gün barışmanın sahici ritmidir. Resim, hayatın küçük dalgalarını tutar; biz de o dalgaları dinlerken acele edip ad koymayız. Ad koymak, çoğu kez hikâyeyi erken kapatır.
Bu yazı, çocuk resminde kardeş temalarını “olabilirlikler” olarak düşünmeye davet. Kâğıdın üzerindeki işaretleri bir sonuca sıkıştırmaktansa, bir sohbete açmak… Çünkü her çocuk, her kardeşlik ve her ev başka bir müzik çalar. O müzik, çoğu zaman birlikte dinlenince daha anlaşılır olur.
Not: Psikanalitik/psikodinamik resim okuması kesin hüküm üretmez. Çizimler, çocuğun hikâyesi, aile yapısı ve gelişimsel özellikleri ile bütüncül olarak ele alındığında anlam kazanır.