Kâğıdın kenarında duran ince bir siluet… başında bir şapka, uzun kollar, cebinde sakladığı küçük sırlar. Bazen koca bir gövdeyle sahnenin tam ortasına gelir; topu havaya atar, “hadi” der, bir anda resim hareketlenir. Bazen de uzak bir bankta oturur; çocuk, bakışının orada durduğunu bilerek kendi oyununa devam eder. Çocukların çizimlerinde “baba” böyle akıp gider: kimi zaman oyun arkadaşı, kimi zaman dış dünyaya açılan kapı, kimi zaman sınırların sessiz mühendisi. Çizgi sertleşip yumuşar, renkler değişir, sahne kurulur ve biz, kâğıdın üzerinde dolaşan bu ipuçlarını dikkatle izleriz.
Yakına yerleştirilen bir baba figürü sanki sıcak bir sesle “buradayım” der. Çocuğun yüzüne dönmüş bir bakış, aynı yöne bakan iki beden, yan yana yürüyen iki çift ayak… Bunlar bazen eşlik etmeyi, birlikte yapmayı çağrıştırır. Ama her “yakınlık” tek bir anlama sıkışmaz; kimi zaman çocuk, yanına çizdiği babayla içinden geçen cesareti deniyordur. Kâğıtta mesafe açıldığında da hikâye bitmez. Köşedeki sandalye, masanın ardına yerleşmiş bir gövde, yarım çizilmiş bir kol… Uzaklık bazen meraklı bir izlemeyi, bazen kendi alanını kurma denemesini, bazen de “şimdilik böyle” diyen bir iç ritmi düşündürür.
Boyut, çocuğun içindeki büyüklük-küçüklük duygularıyla oynar. Dev gibi çizilmiş bir baba, “dayan bana” diyen bir güç fantezisini de taşıyabilir, hayranlığı da. Minik bir baba ise çekingen bir temasın, büyümek isteyen bir benliğin ya da o günkü duygunun hafifliğinin izini bırakabilir. Eller burada önemli bir dil konuşur: uzanan eller, oyun teklifini; cebine saklanan eller, beklemeyi; kolların etrafa yayılması, kapsama isteğini çağrıştırabilir. Eller hiç yoksa, tema dokunmakla, dokunamamayı aynı anda yoklayabilir; bazen de sadece çizim repertuarı o kadarına izin veriyordur.
Renkler resmin nabzıdır. Kırmızının telaşıyla taşan bir gömlek, sarının parlak bir gülüşte toplanması, lacivert bir ceketin ciddiyeti… Siyah kalemle kalınlaştırılan hatlar bazen “burası önemli” demenin bir yoludur; bazen de içteki fırtınanın şiddetini artırır. Yeşil bir parka, ağacın gölgesi, babayla geçirilen pazar öğleden sonrasını fısıldayabilir. Ama her renk, her hikâyede başka bir rüzgâr taşır; tek başına hüküm vermeye kalkıştığımızda resmin müziği bozulur.
Sahne de konuşur: elinde anahtarlarla koşuşturan bir baba, evin dışıyla kurulan bağı hatırlatır; mutfakta yumurta kıran bir baba, bakımın paylaşıldığı anları; parmağını havaya kaldırmış bir baba, kurulan çerçeveyi, güvenin sınırla nasıl akraba olabildiğini… Bazen baba hiç görünmez; sadece gölgesi düşer. Yokluk, kimi resimde özlemin sessizliğidir, kimi resimde “ben de tek başıma yapabiliyorum” demenin gururu. Kâğıt üzerinde yeri değiştikçe anlatı da yer değiştirir.
Silgiyi unutmayalım: bir çizginin tekrar tekrar silinip yeniden yapılması, kararsızlığı değil; bazen en iyi anlatım biçimini arayan sabırlı bir deneyi gösterir. Aynı sahnenin haftalar sonra yeniden çizilmesi, takılıp kalmış bir zihin değil; zihnin sevdiği bir oyuna tekrar dönmesi de olabilir. Tekrarın dili yargı istemez; kulak ister.
Bu yüzden çocuk resminde babayı okumak, kapıyı aralık bırakmayı gerektirir. Çizgiye “evet, duydum” diyerek yaklaşırız; ama duyduğumuzu tek bir cümlede kilitlemeyiz. O resim, çocuğun yaşıyla, günün hikâyesiyle, evin havasıyla, okulun kokusuyla, gerçek babanın varlığı ve yokluğuyla birlikte anlam kazanır. Bazı günler şapkasıyla gülen bir adamdır baba; bazı günler uzaktan bakan bir çift gözdür; bazı günler de çocuğun hayalinde çizgilerden yapılmış bir köprü… Çocuk, kâğıdın üzerinde kendine yol açarken biz, o yolu saygıyla izleriz.
Son söz olarak şunu söylemek isterim: bu yazı, bir resmi “çözmek” için değil; resmi bir davet olarak görmek için yazıldı. Çizimler tanı koymaz; ipucu verir. O ipuçlarını toplarken çocuğun gelişimsel özelliklerini, aile yapısını ve kendi hikâyesini yanımıza almadıkça resim yarım kalır. Bütün anlam, parçaların buluştuğu yerde açılır.